Allah insanları neden imtihan eder?
Farkında olalım ya da olmayalım hepimiz sınavdayız. Bu sınavda kağıt, kalem yok. Bu sınavın kâğıdı, zahirî görüntüsüne göre bize tatlı veya acı gelen; hoşumuza gidip sevindiğimiz ya da üzülüp sıkıntı çektiğimiz olaylar, kalemi ise; bu olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranışlardır. Burada, servet ve sıhhate şükredip gereğini yapanlarla, musibete sabredip tahammül gösterenler başarılı olmaktadır. Sınavın ağırlığı bizim manevi seviyemizi belirlemekte, büyük makamlar büyük sınavlar neticesinde elde edilmektedir. Sınavın süresi ise; ölümü de içine alacak şekilde hayatın tamamıdır.
Aslında, insan olarak var edilmiş olmayı benimsemek ve kabullenmek, bir bakıma sınava tabi tutulmayı kabul etmek anlamına gelir. Çünkü Yüce Allah insana, diğer yaratılmışlardan farklı olarak iyiyi ve kötüyü göstererek, iyiyi de kötüyü de seçebilecek şekilde özgür bir irade vermiştir. İnsan bu iradesini kullanarak iyiyi de kötüyü de seçebilecek bir donanıma sahiptir. İnsana bu şekilde özgür bir irade verilmiş olması ve insanın bunu benimsemesi ve bu durumundan hoşnut olması, aslında sınavı kabullenmek demektir.
Burada belki, “Bana irade verilmiş olmasaydı da sınava da tabi tutulmasaydım.” şeklinde bir itiraz gündeme gelebilir. Bu da “Ben insan olmasaydım da diğer yaratılmışlar gibi akılsız ve iradesiz olarak yaratılsaydım.” demek anlamına gelir. Hâlbuki Allah’a inanan, O’nu tanıyan, onu bilecek ve tanıyacak akıl, duygu ve yeteneklerle donatılan insanın, kendisini en şerefli varlık yapan bu büyük nimetleri reddederek sözgelimi hayvanlar, bitkiler veya cansız varlıklar kategorisinde olmayı arzu etmesi düşünülemez. İnsanın, bu muazzam kâinatı yaratanı bilip, ona delalet eden nizamı ve tabloyu gördükten sonra akıl ve irade sahibi bir varlık olarak yaratılmış olmamayı istemesi nasıl düşünülebilir?
Başımıza gelen sıkıntılar intihar etmeyi düşünmemiz için bir gerekçe olamaz. Bize düşen, yaşadığımız sıkıntıların sona ermesi veya azalması için gayret etmektir. Çektiğimiz sıkıntılar zamanla azalacak ya da yok olacaktır. Her şeye rağmen sıkıntılarımız devam etse bile çevrenizde sizden daha fazla sıkıntılar içinde olan insanları düşünmemiz gerekir. Felçli olarak yatan, devamlı bakıma muhtaç olup başkalarından yardım bekleyen; kanser hastası olup ta ağrıdan dolayı inim inim inleyen hastalar gibi… Ayrıca, sabretmemiz halinde, çektiğimiz her sıkıntının ahirette karşılığını bulacağınızı unutmamamız gerekir.
“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değildir. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya yahut bir koyun berikine sormaktan acizdir. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuştur.
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Suresi, 56).
İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.
Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle kulluk vazifemizi yerine getiririz. Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine O’na karşı kulluk yaparak karşılık vermiş oluruz.
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise kulluk(ubudiyet) içindir. İnsan bu hususta diğer varlıklardan daha üstün bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira yaratılış kabiliyeti buna müsait değildir.
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi birleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızıklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkânına kavuşur. Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da artar.
İnsanın yaratılış gayesi olarak özetle şunları söyleyebiliriz:
-Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlâhi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.
-Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.
-Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.
- Bütün ibadetleri yapabilecek kabiliyette yaratıldığının şuurunda olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.
-Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve her bakımdan şükretmek.
-Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, muhtaç oluşuna bakarak Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.
- Ruhunu günahlardan, bedenini de her türlü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.
İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, birçok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak, sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar.
Bazı insanların “Belki de ben, var olmak istemeyecektim” diye yakınmalarına şahit oluruz. Bu konuyu iki yönden ele alabiliriz:
1. Allah’ın varlığını kabul etmeyen birisinin bunu sormaya hakkı yoktur. Çünkü ona göre Allah yoktur(!). Olmayan birisini hesaba çekmek ise mümkün ve normal değildir.
2. Allah’ın varlığı ve yüceliğine İnanan birisi için de, bu ifade yaratıcının hükmüne razı olmamak gibi bir isyan anlamı taşır. İnandığı halde, bu takdiri kavrayamayan kişiye şunlar söylenebilir:
- “Sana sorulamazdı. Çünkü sen henüz yoktun.”
- “Soru sormak için yaratabilirdi.”
- ” Yarattığı varlığa ” Seni yaratmamı ister misin?” diye sormanın bir anlamı olmaz.
O halde; Dünyaya gelmene pişman eden eğer sahip olamadıklarınsa bil ki, bunların hepsi gelip geçicidir. Sayılı günlerden ibaret olan dünyada neden sahip olduklarına bakmıyorsun? Varlık, hayat, insanlık gibi nimetleri tattın. Hoşuna gitmeyen haller itirazınla yok olacak değil. Allah ile savaşacağına kendi nefsinle savaş. Dünyaya isteyerek gelmedin, isteyerek de gitmeyeceksin. Yaratana tabi ol, iman et ve rahatla…
Ben hiç para biriktirmedim... Aslında, insan olarak var edilmiş olmayı benimsemek ve kabullenmek, bir bakıma sınava tabi tutulmayı kabul etmek anlamına gelir. Çünkü Yüce Allah insana, diğer yaratılmışlardan farklı olarak iyiyi ve kötüyü göstererek, iyiyi de kötüyü de seçebilecek şekilde özgür bir irade vermiştir. İnsan bu iradesini kullanarak iyiyi de kötüyü de seçebilecek bir donanıma sahiptir. İnsana bu şekilde özgür bir irade verilmiş olması ve insanın bunu benimsemesi ve bu durumundan hoşnut olması, aslında sınavı kabullenmek demektir.
Burada belki, “Bana irade verilmiş olmasaydı da sınava da tabi tutulmasaydım.” şeklinde bir itiraz gündeme gelebilir. Bu da “Ben insan olmasaydım da diğer yaratılmışlar gibi akılsız ve iradesiz olarak yaratılsaydım.” demek anlamına gelir. Hâlbuki Allah’a inanan, O’nu tanıyan, onu bilecek ve tanıyacak akıl, duygu ve yeteneklerle donatılan insanın, kendisini en şerefli varlık yapan bu büyük nimetleri reddederek sözgelimi hayvanlar, bitkiler veya cansız varlıklar kategorisinde olmayı arzu etmesi düşünülemez. İnsanın, bu muazzam kâinatı yaratanı bilip, ona delalet eden nizamı ve tabloyu gördükten sonra akıl ve irade sahibi bir varlık olarak yaratılmış olmamayı istemesi nasıl düşünülebilir?
Başımıza gelen sıkıntılar intihar etmeyi düşünmemiz için bir gerekçe olamaz. Bize düşen, yaşadığımız sıkıntıların sona ermesi veya azalması için gayret etmektir. Çektiğimiz sıkıntılar zamanla azalacak ya da yok olacaktır. Her şeye rağmen sıkıntılarımız devam etse bile çevrenizde sizden daha fazla sıkıntılar içinde olan insanları düşünmemiz gerekir. Felçli olarak yatan, devamlı bakıma muhtaç olup başkalarından yardım bekleyen; kanser hastası olup ta ağrıdan dolayı inim inim inleyen hastalar gibi… Ayrıca, sabretmemiz halinde, çektiğimiz her sıkıntının ahirette karşılığını bulacağınızı unutmamamız gerekir.
“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değildir. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya yahut bir koyun berikine sormaktan acizdir. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuştur.
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Suresi, 56).
İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.
Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle kulluk vazifemizi yerine getiririz. Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine O’na karşı kulluk yaparak karşılık vermiş oluruz.
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise kulluk(ubudiyet) içindir. İnsan bu hususta diğer varlıklardan daha üstün bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira yaratılış kabiliyeti buna müsait değildir.
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi birleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızıklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkânına kavuşur. Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da artar.
İnsanın yaratılış gayesi olarak özetle şunları söyleyebiliriz:
-Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlâhi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.
-Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.
-Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.
- Bütün ibadetleri yapabilecek kabiliyette yaratıldığının şuurunda olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.
-Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve her bakımdan şükretmek.
-Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, muhtaç oluşuna bakarak Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.
- Ruhunu günahlardan, bedenini de her türlü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.
İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, birçok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak, sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar.
Bazı insanların “Belki de ben, var olmak istemeyecektim” diye yakınmalarına şahit oluruz. Bu konuyu iki yönden ele alabiliriz:
1. Allah’ın varlığını kabul etmeyen birisinin bunu sormaya hakkı yoktur. Çünkü ona göre Allah yoktur(!). Olmayan birisini hesaba çekmek ise mümkün ve normal değildir.
2. Allah’ın varlığı ve yüceliğine İnanan birisi için de, bu ifade yaratıcının hükmüne razı olmamak gibi bir isyan anlamı taşır. İnandığı halde, bu takdiri kavrayamayan kişiye şunlar söylenebilir:
- “Sana sorulamazdı. Çünkü sen henüz yoktun.”
- “Soru sormak için yaratabilirdi.”
- ” Yarattığı varlığa ” Seni yaratmamı ister misin?” diye sormanın bir anlamı olmaz.
O halde; Dünyaya gelmene pişman eden eğer sahip olamadıklarınsa bil ki, bunların hepsi gelip geçicidir. Sayılı günlerden ibaret olan dünyada neden sahip olduklarına bakmıyorsun? Varlık, hayat, insanlık gibi nimetleri tattın. Hoşuna gitmeyen haller itirazınla yok olacak değil. Allah ile savaşacağına kendi nefsinle savaş. Dünyaya isteyerek gelmedin, isteyerek de gitmeyeceksin. Yaratana tabi ol, iman et ve rahatla…
İnsan biriktirdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder